Kendinden kaçtın…     

Ruhunun gelgitlerinde devinen bir girdaba yakalanıp, döndün, durdun… Kendinle hesaplaşmaya bile cesaret edemeyen bir korkaktın, kaçkındın… Kaçtın insanlardan, sevdiklerinden, seni sevenlerden, kendinden… Geçmişinin bulanık anıları zehirli iğne gibi battı yüreğine, acılarla kıvrandın. Saklı mahzenlerde yattın, kadehlere sarıldın.  Şarap dostun, insanlar düşmanındı. Yenilmiştin, yaşamın hoyrat yanlarıyla baş edememiştin, ama  kabullenmedin bunu.  Yenilgiyi kabullenemedin… İçindeki ateş kasıp kavurdu seni, daldığın tüm rüyalar yarım yolda bıraktı, hep uyandın zamansız vakitlerde, umutların yarım kaldı. Sen nehirlerde akan sular gibi hırçındın, kayadan kayaya çarptın… Geçmişinin anıları ağlattı seni…. Sevincin saatleri hep geç vurdu. Hep geç kaldın, varacağın duraklara. Bahtsız, yaşamından şikayetçiydin. Baharlar hep hızlıca geçti yaşamından… Güneşli günleri hiç görmedin. Gülen herkes  sana inat mutlu muydu? Bilmiyordun… Bildiğin tek şey, ruhunun derinliklerinde bir yangının harlanıp yakmasıydı seni. Sevdiklerin terk etmişti, zamansız uçurumların kıyısında bir başınaydın. Perişan bir halde, atlayıp, atlamamak arasında gidip geldin. “Bir yar sevdim, onu da el aldı, konuşacak eşim dostum kalmadı…” Şarkılar umutsuzluğu vuruyordu yüzüne. Yüreğin karamsarlık denizinde batıyordu. Kör mezarlarda boğuluyordun her gece. Koyuverdin kendini umutsuzluğun kollarına. Bitkin, yorgun, dilsiz, sevdasızdın… Biraz da bencildin itiraf et. Kendinden başkasını görecek halin yoktu. Varsa yoksa sen sen sen… Senli her cümle ihtişamlı bir destandı. Kendinle hesaplaşman uzun sürdü sanırım… Uzak kıyılarda uyuklayan balıkçıların şarkıları titretmedi yüreğini hiç. Hiç kayıklarda sabahladın soğuk gecelerde.


     Bekleyenleri hep es geçtin… Bu dünyada yalnız sen vardın. Uzak şehirlerde söylenen şarkılar seni ilgilendirmedi hiç… Hiç beklemedin yalnız istasyonlarda, ellerinde kırmızı bir gülle. Gece yarısı, ışığı yanık evlere konuk olmadın. Köylere gitmedin, çam ormanlarının arasına sıkışmış, soğuk köylere. Oturmadın bir kır kahvesine, sohbet etmedin yaşlılarla. Nargile içmedin, ‘elli iki’ oynamadın… Onlar hayatın gerçek anlatıcılarıydı, katıksızdı sevdaları, söylenceleri. Ama hiç dinlemedin konuşmalarını…. Dağ yolunda ıssız bir yamaçta yürüdün mü yalnız başına söyle. Kuş seslerini dinleyerek, dağın en yüksek yerinden aşağılara bakmanın o gizemli duygusunu yaşadın mı? Sen hayatı hep es geçtin be dostum… Acı olan ne biliyor musun, bunun farkında olamaman… Yaşadığını sanman... Sabahları uzaktaki güneşe bakıp gerinmedin ki hiç. Eğilip gözelerden avuç avuç su içtin mi çam ormanlarında. Baharda yoncaların arasına uzanıp, doğanın kokusunu çektin mi ciğerlerine… Sen yaşamadın, bunun farkına da varmadın. Ruhun hep yangınlarda küllerle boğuştu. Gündelik işlerin sıkıntılarıyla debelendin durdun. Gülümsemeyi unutun bu nedenle, bu nedenle “merhaba” demedin kimseye… Hayat çizginde hep bir yara vardı, kanayan… Bir yanı ihanet, bir yanı nankörlüktü yaşadıklarının… Sevdiği insanlara sırtını dönen birinden de başka ne beklenir ki…
     Kendinden kaçtın, sevdiklerinden kaçtın… 


     Doğduğun topraklardan, şehirden, dostlardan, sevgiliden, anadan, babadan. Kaçtın. Firar ettin yaşamın yaldızlı penceresinden. Bir gün bilekleri kesilmiş bir halde bulundun, bir çöplükte. “Tek başıma çıkıyorum uzun bir yolculuğa” diye yazmışsın ardında bıraktığın notta… Yolun yarısından döndün… Nasıl bir duyguydu tek başına uzun yolculuklara çıkmak….? Hep tek başına çıktın nedense yolculuklara... Yeni serüvenlere atılmak bir başına nasıl olur… Zor olsa gerek… Bu kez döndün yarı yoldan, bir hastanenin soğuk odasında günlerce acı çektin. Pişman mısın bilmiyorum, sormaya da cesaret edemiyorum… Olur da “Değilim” demenden korkuyorum. Bu denli mi bıktın yaşamdan be dost?


     Kaçtın, kendi bulanık anılarından…
     Uzun bir yolculuğa çıkarken yine yalnızdın.

YORUM EKLE