Kategoriler

DİK DURAN VARLIK OLARAK İNSAN VE SAADET

Varlık dünyasında ayakları yere basan ve başı göğe yakın duran tek varlıktır, insan. Nasıl ki toprak, bedenin ve hayvani dürtülerin sembolü ise, gökler de mana, ruh ve aşkın olanın sembolüdür. İnsanoğlu, “topraktan gelir ve göğe yükselir.” Medeniyet tasavvurumuzda; ilahi, manevi ve aşkın olan her ne varsa hep göklerde dururken, dünya ayaklarımız altında uzanır gider.



İnsan yapısı gereği, dik duran bir varlıktır. Bu dik duruş, dünyaya ve dünyadaki işleyişe bir tutum ve tavır almaktır. İnsan doğarken, dik duramaz. Çünkü beyni daha olgunlaşmamıştır. Ayakta durabilmek için, zamana, çabaya ve beynin olgunlaşmasına ihtiyaç vardır. İnsanın elleri ve ayakları, serbesttir. Beyinle koordineli olarak, ellerimizle dünyayı değiştirmeye, ayaklarımızla istenen mesafeyi kat etmeye ve hareket edebilme yeteneğini kazanmaya çalışırız. Bütün tutum ve tavırlarda olduğu gibi, yeme ve içmede de hayvanlardan farklı bir tutum içinde oluruz. “Hayvanlar beslenir ama insanlar yemek yer.” Yemek yerken, sohbet ederiz, neşeleniriz ve gülümseriz. Bu insana has bir davranıştır. Bizler sadece beslenmek için yemek yemeyiz. Aldığımız gıdalar, bizlere ahlaki, manevi ve aşkın bir anlam katar. Şükrederiz, hamd ve infak ederiz. Şükran hissi, bütün bir evreni kuşatan ihsan ve cömertliğe karşı mütevazi bir duruştur. Bu duruş; güzele, iyiye ve doğruya bir yöneliştir. Bu yöneliş, ruh dünyamızın gereksinim duyduğu besindir. Böylece hem bedenimizin ve hem de ruhumuzun ihtiyaç duyduğu besin, temin edilmiş olur. Batı medeniyet tasavvurunda “Hız ve Haz” Paradigması hâkimdir. Hızlı yeme kültürü, eksik-aksak bedenin ihtiyacını giderebilir, ancak ruhun ve mananın gereksinimini karşılayamaz. Haz kültürü, ruhun semtine bile uğramaz. Böyle bir kültürde, ruh acıkır ve mana çoraklaşır. Medeniyet tasavvurumuzda yemek soframızda; arkadaş, dost ve yaren eksik olmaz. Bunlar, sofraya bir anlam ve güzellik katar. Sohbetlerimiz, sofraya katık olur.



Tıpkı yemek gibi oruç da bizleri ayakta tutan ve hayata anlam katan bir eylem olarak yaratıcıya, bir düşünürün ifadesiyle, “Farkındayız. Bedenimizin ve ruhumuzun; açlık ve tokluk, yokluk ve varlık, ölüm ve dirim arasında yaptığımız yolculuğun farkındayız. Ve işte bu bilinçle sadece senin karşında eğiliyoruz” demektir. Bedenimizin ve ruhumuzun ihtiyaç duyduğu besinler alındığında, “Hız ve Haz”çılgınlığından arınarak; sakin, rahat, tefekkür ve tezekküre dayalı bir hayatı inşa edersek, ayaklarımızın yere sağlam bastığını ve başımızın göğe doğru yükseldiğini görür ve hayatın anlam kazandığına şahit oluruz.



Bir Bilge kişi der ki:” Mutluluk için asgari ihtiyaç duyduğumuz bir şey var: Bütün kalbimizle “ şimdi ve burada” olmak ve arzunun, hırs ve tamahkârlığın dikkatimizi çelmesine izin vermemek. Kimileri buna akış diyor. O akış anlarında kişi, zamanın adeta donduğunu hisseder. Hayata bütün kalbi ve ruhuyla katılan, yaptıklarını büyük bir şevkle yapan insanlar, akış hissini sık yaşar.”







Bir fare yarışında olmamalı insan. Bu insana yakışmaz. “Önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.” Az tüketmek, az istemek, küçük şeylerle yetinmek, iç dünyamızı zenginleştirmek, sokaktaki insanla hoşbeş etmek, selamlaşmak, insana değer vermek, insanı ve hayatı aziz bilmek, hemcinslerimizle hemhal olmak, hemdert olmak, mesudane bir hayatı yaşamamız için küçük ama temel adımlardır. O zaman “saadet kelebeğinin” omuzlarımıza konduğuna tanık olmamak için hiçbir sebep yoktur.

Yorumlar