MAĞARADAKİLER VE EGOSİSTEM

Hmm. Güzel çekilişmiş hemen Roz’u da etiketliyeyim.

Aa! Vera Norveç’teymiş layklamalıyım.

Ansec’e bak sen, yine formunda spor da yapıyormuş. Eşofmanını kolumbiyadan mı aldı acaba?

YKS’ye mi hazırlansam? Şu içimdeki korkusuzluktan nefret ediyorum.

- Ooh! Yastığın serin tarafına bayılıyorum.

Milyonlarca öğrencinin geleceğini bu saçma sapan sınava bağlaması kadar büyük bir savaş var mıdır acaba dünyada?

Hepsi de korkak!

Bir isimden korkuyorlar sadece. Bir isme olan korku gerçek korkuyu tetikliyor, tüm mesele bu aslında göremiyorlar.

Anne sen nasıl bir şeysin ya, gitmiş bana özel yorgan dikmiş. Ayaklarım dışarıda kalmıyor artık. Odama bayılıyorum.

Neyse twit atıp uyuyayım bari.

‘’Mavi umuttur’’ Copy paste.

*Uykuya dalış; 00.11 sonrası

*Gecenin körü 02.43

Uyanış, Telefon bildirimleri, WC, Telefon bildirimleri, Uyku.

*Sabahın körü 05.20

Uyanış, Telefon bildirimleri, WC, Telefon bildirimleri, Uyku.

*Karga kahvaltısı civarı 07.00 Uyanış ya da tam tersi.

Amma uyumuşum yaa!

Göz kapaklarım ağrıyor resmen. Ovuşturdukça daha derinden ağrıyor.

Bir terslik var sanki. Gözlerimi açamıyorum. Aman Allah’ım! Gerçekten açamıyorum.

Anne!

Anne!

Anne koş. Gözlerimi açamıyorum!

Annem alt katın merdivenlerini koşar adım çıkarken bunu hissedebiliyorum.

Ellerimi, gözlerime atsam çözülecekmiş gibi ama çok korkuyorum. Göz kapaklarımı kıpırdatabiliyorum bu iyi bir şey olmalı.

Odama yabancıymışım gibi sehpaya takılıyorum tam düşecekken annemin ellerini kollarımda hissediyorum. Beni telkin edecek birkaç cümle kursa da onun da korktuğunu anlıyorum. Babamı arıyor hemen telefonun tuş seslerini çok uzaktan da olsa duyabiliyorum

Babam iş yerine girmek üzereyken hemen ayrılıp apar topar geliyor. Ambulans çağırıyorlar, ambulansın siren sesinin giderek yaklaştığını ve sokak sokak bir labirentte ilerliyormuşçasına bana yaklaştığını hissedebiliyorum. Babama daha sıkı sarılıyorum.

- Gece ne oldu kızım sana? Anlat çabuk.

Telefona bakıp uyuduğumu söylüyorum. Hatta gece birkaç defa kalktığımı bile hatırlıyorum.

- Sabah uyandığımda gözlerimi açamadım işte baba, açtığımda ise mavi bir karanlığın çöktüğünü görüyorum baba. Şimdi de öyle. Maviden çok korkuyorum.

- Gözlerimi açmaya korkuyorum baba.

Gözlerime bak lütfen çok korkuyorum. Seni bir daha görememekten çok korkuyorum baba. Gözlerime bakıyorsun değil mi baba.?

*Hastane koridorlarının sessizliğine karışmış koşuşturmaların çığlığında geçen birkaç saat sonra;

Gözlerimi açtığımda odamdaki beyaz floresanın gözlerimi acıttığını hissediyorum. Böyle bir şeyin sevinç kaynağım olmasını aklımın ucundan bile geçirmezdim. Şu anki mutluluğumu sahilde ciğerlerimi patlatırcasına koşarken yaşamak isterdim. Maviye inat!

Göz kapaklarımı açıp tekrar kapayınca kör olmadığımı görüp tekrardan gözlerimi açıp kapatıyorum. Korka korka da olsa bunu yineliyorum.

Hemşire gülümseyerek ilaçlarımı bana getirirken neden güldüğünü soruyorum çekinmeden.

Odaya girdiğinde çok başka bir dünyadaydın sanki. ‘’İnsanların körlüğünden kör oldum.’’ Sözünü yeniliyordun. Sakinleştirici vuracaktık sana izin vermedin. Hatta çok gariptir ki o iğnede saf su olduğunu biliyorum diye bağırdın. En son Plaseboya hayır deyip gözlerini yumdun.

Hiçbir şey hatırlamıyordum. Plasebo nedir onu da bilmiyorum. Hemşirenin itici tavrı hoşuma gitmemişti.

Doktor EBS tanısı koymuştu hastalığıma.

Babam en ince ayrıntısına dek dinlemişti doktoru. ‘’Ekrana Bakma Sendromu’’ sonucu kısa süreliğine Mavi bir körlük yaşadığımı, dijital ekranların yaydığı mavi ışığın ultraviyole ışığa oranla gözde daha derinlere inebildiğini ve daha büyük ve kalıcı hasarlara yol açtığını belirtti. Doktor bana dönerek ekranlar konusunda daha hassas olmamı isterken gözlerimin içinde dolaşıyordu adeta.

İnsanların ekrana bakma kapasiteleri vardır Mia, eski daktiloları düşün mesela ilk alındığında tazedir, dinçtir, gıcır gıcırdır basarsın harflere çok seridir. Her bir harf kâğıda işlenmiştir sanki. Yıllar yılar sonra o daktilo 1 kitap yazacak kadar kullanılmışsa kapasitesi dolmuştur artık. Onu o şekilde kullanabilirsin tabi ama yanlış yazar hasarlıdır. Dinlendirilmesi gerekir. Dinlenirse ertesi gün daha iyi çalışır. Ama asla eskisi gibi olamaz.

Gözlerin mavi kapasitesi deriz buna. Ne yazık ki Mia sen o kapasiteyi kullandın. Ama şunu unutma ki eski insanlar ekransız daha mutluydu. Bir kandilin etrafında toplanıp masallar anlatılırdı. Samimiyet sobanın dumanından karışırdı gökyüzüne.

- Hadi geçmiş olsun Mia.

Telefon, tablet, bilgisayar ve ne yazık ki odamdaki televizyonuma el konuldu. Bari üyeliklerimi iptal edebilseydim.

Anneme göre böylece daha sosyalleşebilirmişim. Zaten ona sorsam YKS’ye de hazırlanmam gerekirmiş.

1 haftalık istirahatim sona erdiğinde okula gitmek için uyandım.

Günlerdir gözlerimi açamama korkusuyla nasıl uyuduğumu bile anlamamıştım. Uykusuzluk bütün hormonlarımı eyleme örgütlüyordu sanki.

Neyse ki okula gittiğimde beni Era karşıladı. Çok uzaklardan koşarak bana doğru hızla geliyordu hızını kesmesi lazımdı yoksa birlikte devrilebilirdik. Onu çok özlediğimi o an yeniden hissettim. – bana sımsıkı sarılınca yani ona uzun süredir dokunmamıştım-

Ooh be!

Telefonum da yoktu artık onunla uzun uzadıya muhabbet edebilirdik. Telefonu hayatımdan çıkartmak zorunda kalınca Moğolistan’ın o uzun ve boş ovaları gibi dümdüz ve çırılçıplak kaldığımı ve bu boşluğu doldurmam gerektiğini de gece boyunca düşündüm.

Era’nın bana iyi geleceğinden emindim ve ona bugün öğleden sonra bir çorap hediye etmeliydim. Çok garip bir şekilde Era da çorap hediye edilmesinden çok hoşlanırdı. İnsanları düşünüyorsak onların ayaklarını da sıcak tutmalıymışız. Ona da dedesi öyle demiş ölmeden önce. Era çorabı görünce havalara uçtu, tıpkı Harry Potter ’deki Dobi gibi.

Uyuklayarak geçirdiğim Geometri dersi sonrasında dayanamayarak Era’dan telefonunu vermesini istedim ama o vermeyince çok sinirlendim. Era’yı hayatımdan çıkarma kararı aldım ve hemen uygulamaya soktum. Annemin onu uyarma ihtimali olsa da bu beni ilgilendirmezdi.

Sosyal medyadaki son gelişmeleri merak ediyor hatta öğrenmek için deliriyordum. Kim neredeydi? Kaç beğeni almıştı, acaba mesaj kutumda cevap bekleyen mesaj var mıydı?

Eyemüs’ü bulmalıydım. O her zaman kütüphanedeydi. Benim hasta olmadığımı ona söylemeyi unutmuşlardır bence. Çünkü o teneffüslerde bile ders çalışırdı. Annem babam ve öğretmenimin iş birliği onu muhakkak unutmuştur düşüncesiyle Eyemüs’ün yanında aldım

soluğu, o da her zamanki gibi kendisiyle özdeşleşmiş yerinde kafasını kitaba gömmüş ders çalışıyordu. Marmara Üniversitesinde Hukuk okumak istiyordu.

Çok komik bir hayal gibi geliyordu bana. Marmara da Eyemüs’ü bekliyordu sanki. Yanına yanaşıp telefonunu istedim. Beni kırmayacağını biliyordum. Otomasyondan notlarıma bakıp çıkacağımı da ekledim. Biraz beyaz yalan bence affedilirdi bütün hesaplarımı hemen kontrol ettim. Hiç mesaj yoktu!

Kimse yorum yapmamış, geçmiş olsun mesajı atmamıştı.

Hatta bir kısmı aktif olmadığım için beni arkadaşlıktan çıkarmış takipçi bile kaybetmiştim.

2 saat boyunca sitelere girip bütün hesaplarımda gezinmiştim. 20-20-6 kuralını bile uygulamamıştım. Oysaki doktor; kitaba bakarken 20 dakikada bir kez 20 saniye boyunca 6 metre uzağa odaklanıp tekrardan kitap okumamı istemişti. Ben 120 dakika boyunca sandalyede telefonuma odaklanmıştım. Telefonunu Eyemüs’e istemeye istemeye geri verdim.

Eve döndüğümde kimse bir şey anlamamıştı. Kitap okuyormuş gibi yapıp hemen uyudum.

Sabah uyanır uyanmaz göz kapaklarımı açamadığımı anlayınca hıçkırıklarla anneme seslendim.

Mavi karanlık gözlerimi yine ele geçirmişti.

Ambulansın sesi beynimin derinliklerinde yankılanıyordu yine bu sese alışmanın üzüntüsü gözyaşlarıma sebep oldu. Babama gözyaşlarımın rengini sordum cevap vermedi. O da ağlıyordu hemen başımda bunu nefes alıp verişinden anladım.

Doktor son 7 gün içinde bu şikâyetle gelen hasta sayısındaki artışı ve EBS hastalığının aniden yayıldığını anlattı.

Dün Eyemüs’ü kullanarak telefona yaklaşık 2 saat baktığımı söyleyince doktor hastalığın teşhisini kanıtlamanın rahatlığıyla ‘’Hayatını bu kadar basite almamalıydın Mia’’ dedi. Sustum, babamın gözlerini hayal edebiliyordum. Çok üzgündüm ve kendimden nefret edercesine ağladım. Yatağımda mavi karanlığımla baş başaydım.

Taburcu olup eve döndüğümde ev yeniden dekore edilmiş salondaki televizyon da kaldırılmış yerine bir kitaplık ve dergilik yaptırılmıştı.

Ertesi gün okulda herkes mavi körlüğü konuşuyordu. Aru evinin bütün duvarlarını kitaplığa çevirmiş ailecek akşamları kitap okumanın tadını çıkardıklarını ballandıra ballandıra herkese anlatıyordu.

Ama diğer sınıf arkadaşlarım körlük pahasına da olsa telefonlarından vazgeçmemişti. Kimse hastalığı ciddiye almamış gibiydi. Doktor gözlerimizin kotasının olduğundan bahsetmişti. Daktilo meselesini de yarım yamalak hatırlıyorum. Henüz körlüğe yakalanmayanların ise kotalarının benim gibi hızlıca tüketmedikleri kesindi.

Keşke geçmişe dönebilmeyi ve sosyal medyada boş gezintilerimi geri kazanabilmeyi istedim.

Teneffüste Aru ile bahçedeki nar ağaçlarının altındaki bankta oturduk elinde Platon’un Devlet kitabı vardı.

Bana Pangea Kulübü’nden bahsetti. Arkadaşlarıyla her pazar buluştuğunu bir kitap üzerine konuştuklarını; telefonu, tableti, bilgisayarı hatta televizyonu hayatlarından çıkardıklarını, herkesin aynı kitabı okuyup kitaptan alıntılarla tartıştıklarını söyledi. Yardım toplayarak her ay bir köy okuluna kütüphane kurduklarını, bazı gecelerde eski Mezopotamya masallarını sobanın etrafında kestane kokusu eşliğinde, sobanın içindeki ateşin duvardaki yansımasında hayallere dalarak uyuya kaldıklarından bahsetti. Bunları anlatırken transa geçiyordu Aru. Aru’dan etkilenmiştim ama Pangea Kulübü ilgimi çekmemişti.

Ama ilk buluşmada sunucu benim deyince Aru, onu kırmamak adına kulübe üye olmayı kabul ettim. – Belki de kişisel egoist çıkarlarım için de kabul etmiş olabilirim, ne de olsa boş zamanlarda canım sıkılıyordu.-

Hepinizin anladığı gibi ilk buluşmada konuşulan kitap Devlet’ti.

Konuşmacı koltuğunda Aru vardı. Dode, pollyanna gibi sürekli gülümseyen yüzüyle oradaydı. Slayer da üyelerdendi. Zeyn ve Baybird kardeşler de benim gibi yeni üye olmuşlardı raflardaki kitap isimlerini okuyormuş gibi yapıyorlardı. Sıkıldıkları yüzlerinden belliydi.

Aru açılışı yaptı.

Hepiniz hoş geldiniz.

Bu kitapta benim ilk konuşmak istediğim kısım ‘’Mağara Alegorisi’’ Hepinizin de bildiği gibi Platon alegoride mağarada dünyaya gelmiş insanlardan bahseder. Bu insanlar dış dünyadan tamamen bağımsız büyürken duvarlardaki gölgeleri izleyerek kendi dünyalarını oluştururlar. Tek bildikleri gölgeler ve mağaranın önündeki canlılardan gölgelere uyarladıkları seslerdir.

Bir süre sonra mağaradakilerden biri özgür kalır ve dış dünyaya açılır. Ağaçları, toprağı ve güneşi keşfeden özgür insan, sonunda yüzünü güneşe döner ve gerçeğin gölgeler olmadığını anlar. Hemen mağaraya dönen özgür insan, arkadaşlarına gerçekleri anlatmaya başlasa da mağaradakiler ona asla inanmaz ve onu mağaradan kovarlar.

Yani Platon diyor ki; insanlar cahilliğiyle mutludur.

Aru’dan sonra Slayer, sonra Zeyn ve Dode konuşmuştu. O kitabı okumamış olmaktan utanç duyuyordum.

Sohbet sona erdiğinde gece yarısı olmuştu. Saate hiç bakmamıştık ki zaten odada saat de yoktu. Evdekiler çok meraklanmıştı ama eve yetişince Pangea Kulübü’nde olduğumu anlattım çok mutlu oldular.

O gece sabaha kadar Platon’un devlet kitabını okudum. Sabah uyandığımda mavi körlük de yoktu üstelik. Hemen okula hazırlandım ve sınıf arkadaşlarıma Pangea Kulübü’nün samimiyetini anlatmak istiyordum. Gerçek mutluluğun telefonda olmadığını insanlara

dokunmanın tadını sarılmanın sıcaklığını yardımın ve mütevazılığın gücünü anlatmak için sabırsızlanıyordum.

Hatta bu akşam Zeyn’lerde toplanıp köy evinde Zeyn’in dedesinin bize masal anlatacağını söyledim. Geçen hafta Keko yine köyde ağırlamış herkesi, şehir buluşmalarına gelmiyormuş. Köy evini mandalina kabukları sarmış, kestane sıcaklığını paylaşmışlar. İran masallarındaki Anka kuşunun kendi ateşini kendi toplamasını sonra kendisini yakmasını günümüz insanına benzetmişler.

Kime anlattıysam dinlemedi beni. Kimisi telefonuna baktı kimisinin aklı yarım kalan bir İspanyol dizisindeydi sanki gözlerime bile bakmadı.

Aslında beni dinliyorlarmış gibiydi ama dinlemiyorlardı.

Eski beni düşündüm o an.

Bir Egosistem’e kapanıp ve yıllarca o zindanda kalışımı düşündüm. Kendimi herkes tarafından sevilen biri olarak göstermeme, günün büyük bir bölümünü bu Egosistem’e harcadığımı. Bir günü yaşayıp bir günü yaşamadığımı, yani ömrümün yarısını bu Egosistem’e kaptırdığımı anladım. Herkes tarafından beğenilen ama aslında herkesin kişisel egolarını tatmin etmek için çalıştığını gördüm. Yardım edenin o yardımın kendisi için de yapılacağını düşünerek yaptığını, yani bir yaşlıya yardım ederken kendisi yaşlanınca da gençlerin kendisine yardım edeceğini ve bunu Egosistem’de paylaşarak daha fazla takipçiye ulaşacağını umarak, kocaman puntolarla paylaşılmasından bıktığım bir Egosistem’e kafa tutmak olağanüstü bir duyguymuş onu anlıyorum.

Mağaradakileri kurtarmak istemiyorum. Çünkü onlar cahillikleriyle mutlu! Zaten ben de Platon değilim.

Kaldırımlarda yürürken hiç fark etmediğim sokak aralarına giriyorum sebepsiz. Denize çıkan sokaklardaki mavi yosun kokusunu hissediyorum, ormandan gelen ıhlamur kokusunu, bir köy evinde ekmek pişiren kadınların sohbet molasındaki çayın sıcaklığını hissediyorum.

Dağa, ormana yürümek istiyorum. Patikalarda kekik toplamak, defneyaprağıyla çay demlemek, sonra en güzel manzaramda; ayaklarımın altında ıhlamur ağaçları, karşımda deniz, ufukta güneşi izlerken kitabımı okumak istiyorum.

Yaşadığımız dünyayı büyük bir mağaraya benzetirsek gölgeler dünya mıdır? Pangea mıdır?

YORUM EKLE
YORUMLAR
Emine tatar
Emine tatar - 2 yıl Önce

Aynen hocam

Emine tatar
Emine tatar - 2 yıl Önce

Aynen hocam aynı duyguları iceriyoruzdur umarim