O ESKİ ŞARKI

O eski şarkı çalıyor sahildeki balıkçı kahvesinde, sen yine hüzünle dalıp gidiyorsun… Yine yalnızsın, kederli bir başına...

Herkesten, her şeyden kaçıyorsun, cehennem yalnızlığı bu, ifade edilemeyen bir psikolojik çöküntü. Görenler serseri sanıyor seni.

Güneş aceleyle toplayıp gittiğinde son kırıntılarını… Gök balçıkla sıvandığında, morarır denizin yüzü, dağların ardı, sonra karanlığa bulanır... Orada, balık ve deniz kokusu dolu o koydasın… Anılarını emanet bıraktığın o ıssız yerde.

“Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız. Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız. O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız…” Ağlamak istiyorsun, sadece gözlerin kızarıyor, başında koyu bir duman. O eski şarkı çalınca, yalnızlığın dağılıveriyor. Ruhunun gelgitlerinde devinen kederler uçup gidiyor. O şarkıyla daha bir sevecen oluyor balıkçılar. Ay ışığında yakamozlaşıyor deniz. İşte tüm güzelliğiyle karşında Müjgan… Ilık bir meltem dalgalandırıyor saçlarını. Gecenin en yalnız, en mahrem yerinde durmuş seni bekliyor. Vücudunun kıvrımları sahilin o ıssız zamanında. Bir şarkı her şeyi yeniden yaratıyor. Şarkıyla aydınlanıyor gece, yakamozlaşıyor deniz, menevişleniyor gözleri sevdiğinin… Dalgalar durgunlaşıyor. Ilık esiyor, yosun kokan rüzgar. Kollarını açasın geliyor, ona sarılasın, dönesin durmadan dönesin… Saçlarının reyhan kokusunu içine çekesin geliyor Müjgan’ın. Gül kokuyor, deniz kokuyor saçları. Yüzü apaydınlık bir körfeze dönüşüyor. Sevmelerin, sevişmelerin en güzeli, aşkların en yücesi, en kutsalı, yüzü bir meleğin ilahi yansıması…

O eski şarkıyı mırıldanıyorsun tüm gece…

“Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra. Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara…” Tüm gece yıldızlar konuğun oluyor… Ay ışığı, denizin esintisi, balıkçı şarkıları… Yalnız başına sabahlıyorsun. Şafakla terminale koşuyorsun, dudaklarında o eski şarkı. Banklarda bekleyen uykusuz adamlar şaşkın gözlerle bakıyor sana. “Aşk” diyorsun, “İnsana her şeyi yaptırıyor işte!” bir anlam veremiyorlar, sadece bakıyorlar öylece… Yere atılmış solgun bir demet çiçek görüyorsun sonra… Rengi atmış karanfillerin boynu bükük... İçin parçalanıyor. Susuyorsun, şarkı söylemek gelmiyor içinden, hüzünleniyorsun. “Şarkılar da solar mı böyle çiçekler gibi?” diye soruyorsun kendine, zamanı gelince, solar evet… Sahipsiz kalır, unutulur şarkılar da. İçindeki adamla konuşuyorsun uzun süre, ona anlatıyorsun ruhunun gelgitlerini. Sonra şehrin tozlu sokaklarına dalıyorsun, limon kokuyor kaldırımlar. Yeşil rengi yüzüne vuruyor, limon ağaçlarının. Ruhundaki kederleri tarif edemiyor hiçbir renk. Anlam veremiyor. Aşkı hangi bilge açıklayabildi ki, hangi yazar yazabildi aşkın dramını, hangi şair, şiirini…

Yaşlı bir adamla karşılaşıyorsun, her gün aynı saatte… Sahilde mızıka çalıyor, dans ediyor… Ruhunun tüm fırtınalarını dindiriyor mızıka sesi. Dalıp gidiyorsun anılarının karanlıkta kalan yanlarına. Öyküsünü dinliyorsun sonra mızıka çalan adamın. Uzun yıllar önce kaybetmiş izini sevdiğinin ve o günden beri mızıka çalıyor bu sahilde bekliyormuş onu… “Ezgiler, beni ona götürüyor, adım adım yaklaşıyorum nefesine” diyor. Ne tesadüf bu sahilde sevdiğini bekleyen yalnız o değil. “Biliyor musun” diyorsun, “Ben de aynı sesle uzaklara gidiyorum, ben de bekliyorum çok uzaklardan gelecek olan birini…” Gülüyor… Bir ezgide iki iz sürdürülebilir mi, neden olmasın?

Yaşlı adamın çaldığı mızıka senin şarkını anımsatıyor. Yoksa tüm şarkılar birbirine mi benziyor.? Bekleyen insanların şarkıları mı yoksa benzeyen birbirine… Bekleyen herkes birbirinin aynı mı? Yok mu diyorsun? Öyleyse, mızıka çalan adamın gözlerinde neden kendini görüyorsun? Cevap veremiyorsun, ruhunla başka yerdesin o eski şarkı devam ediyor…

“Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara. Geceler uzar hazırlık sonbahara…”

YORUM EKLE